SÜRGÜN HATIRALARIM
Namık Kemal BAYAR
Ben, vatanımdan bir kez sürülmedim.
Onlarca kez sürüldüm çamurumun karıldığı o topraklardan. İki buçuk asırdır sürgünüm. Ömrüm sürgün yollarında geçti. At üstünde başladım sürgün yollarına, talikalarda, kağnılarda ve hayvan vagonlarında, bulabildiğim, beni zorla bindirdikleri o asrın bütün vasıtaları götürdü beni sürgünlük topraklarına. Son yolculuğumdan bugüne neredeyse 70 sene geçmiş ve bu satırlarım adına Ak topraklar dediğim bir başka sürgünlük memleketinde yazılmakta. Benim sürgünüm bundan 140 sene evvel başladı. Dile kolay bir buçuk asır evvel, neredeyse üç insan ömrüdür sürgünde yaşıyorum.
Kerç Yenikalenin az dışındaki Tatar mahallesindeydi Veliullahın evi. Karısı Mamay kabilesinden Ayşe ile yeni doğan bebekleri Bavbekin üzerine titriyorlardı. Geniş tarlaları o sene çok iyi mahsul vermiş, koyunlar bereketle bol kuzulamıştı. Şükür Allaha önlerindeki birkaç senenin geçimliğini sağlamışlar, kurak geçebilecek seneler için ihtiyatlarını bir kenara koyabilmişlerdi. Büyük avluda babası, anası, ağabey ve kardeşlerinin evlerinden de bereketli geçen senenin verdiği neşeyle yırlar yükseliyordu Kırımın mavi semalarına.
Hanlığın düşmesinden bu yana 90 sene geçmişti. Rusların baskısından çok toprak, mal mülk kaybetmişlerdi. Bu kadar yılda yaşanan onca eziyete rağmen, yüzlerce akrabaları, tanışları, eşleri dostları evlerini, topraklarını bırakıp talikalarla, gemilerle Ak Topraklara gitmek zorunda kalmalarına rağmen, onlar topraklarını bırakmamakta direnebilmişlerdi. Ama bu günlerde Ak Topraklardan yine kara haberler geliyordu. Doksan senedir, Ak Topraklardan bekledikleri müjdeli haber yine gelmeyecek gibiydi ve her harpten sonra muzaffer Rus, Kırıma dönüp binbir eziyetle onları topraklarından edecekti. Kerçteki garnizonda askerler Anadoludan gelecek haberi neşeyle bekliyordu.
Kara haberler duyulmaya başladığından beri pek çok komşuları eşyalarını, erzaklarını talikalara yüklenmeye hazır hale getirmişti bile. Osmanlının mağlubiyet haberinin geleceği gün onlar için hicrete başlama günü idi. Hicret yolunun bitip bitmeyeceğini ise bir tek Yaradan bilebilirdi.
O kış beklenenin aksine hafif geçti. Yavaş yavaş ısınan hava çok güzel bir baharı müjdeliyordu ama bahar müjde getirmedi. Harp bitmiş, Ruslar Devlet-i Aliye çok ağır bir barış antlaşması imzalatmıştı. Osmanlı için çok ağır şartlar taşıyan anlaşma, Kırım Tatarları için yeni bir kara dönem açıyordu. Binlerce Tatar ailesi yanlarına alabildikleri eşyalarını yüklenip bulabildikleri gemilerle, talikalarla, kağnılarla sürgüne gitmeye, vatanlarını, topraklarını terk etmeye başlamıştı.
Babası, Veliullah ve kardeşlerini o akşam namazdan sonra evine çağırdığında hepsinin yüreklerine bir sızı düştü. Dinlerini, imanlarını hür yaşayabilmeleri, canlarını ve namuslarını koruyabilmeleri, çocuklarını Müslüman Tatar evlatları olarak yetiştirebilmeleri için siz de Ak Topraklara gideceksiniz dedi babaları. Varın hadi evinize, toplayın eşyalarınızı! Ben size hakkımı helal ettim. Ama bu toprakları unutmayın. Ben toprak olacağım bir gün. Lakin bir gün torunlarım buralara gelip mezarımı arayacaklar. Dua edecekler. Benim duam sizinle, sizin ve balalarınızın duaları da benimle ve benimle birlikte Kırımda kalan kardeşlerimizle olsun!
İşte, o akşam namazından sonra adını bilmediğim dedemin emir ve duasıyla başladı benim sürgün hatıralarım. Veliullah, karısı Ayşe ve oğlu Bavbekle eşyalarını topladı, vatana ait taşıyabileceği bütün hatıralarını yanına almaya çalıştı. Ertesi gün büyük avludan dört talika Orkapıya doğru yola koyuldu. Kerçi Karasubazara bağlayan ana yola geldiklerinde yüzlerce talika ve kağnıdan oluşan kafileye katıldılar. Arabaların tekerlek sesleri ağlayan bebeklerin, inleyen kartiylerin seslerini bastırıyor, kafiledeki kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Duyulabilen tek insan sesi Kuran okuyan Server Hocanın sesiydi. Rus süvarileri kafileyi az geriden neşeyle takip ediyor, ara sıra bağırarak küfür ediyorlardı. Bu defa onlar kazanmışlardı.
Veliullah, Ayşe, Bavbek, Veliullahın kardeşleri ve benim sürgün yolculuğum iki ay sürdü. Dört talika ile büyük avludan çıktık yola. Yüzlerce arabalık kafile ile Orkapıdan terk ettik vatan Kırımı. Orkapı kalesinin yanından geçerken bir Rus askeri bağırdı: Tatarlar, son kez bakın arkanıza! Bir daha göremeyeceksiniz Kırımı! Veliullah, Ayşe ve Bavbek gözlerinden akan yaşla uzun uzun baktılar vatan topraklarına son kez. Ben ise bakamadım. İçimden bir ses: Bakma! dedi. Bakarsan bir daha dönemezsin vatanına!
Dobrucanın kuzeyinde Köstence diye bir yere getirdi bizi Osmanlı askerleri. Siz buraya yerleşin, artık Ak Topraklardasınız, içiniz rahat olsun dediler. Sütgöl yakınında bir köy kurduk biz de. Veliullah ve kardeşleri çok çalıştılar. Ak topraklar, bizim yeni vatanımız olsun, sürgünlükteyiz ama bu topraklara sürgünlük yeri gözü ile bakmayalım dediler. Köy birkaç sene de sürgün Tatarlarla doldu. Toprağını ekip biçtik hep birlikte. Sütgölün lezzetli balıklarını tuttuk. Koyunlarımız kuzuladı yine. Allah bereketini gönderdi yaralarımız sarılsın, acılarımız dinsin, özlemlerimiz azalsın diye. Köstenceye gelene kadar kafilenin üçte biri yolda hayatını kaybetmişti. Ne namazlarını kılabilmiştik, ne de bir Fatiha okuyabilmiştik arkalarından. Hamurlar pişirdik Sütgöl kenarında, Server Hoca hatim bağışladı naaşlarını yolda kaybettiğimiz koca Tatarlara.
Sütgölün kenarındaki köyde bereketli ve huzurlu günler çok sürmedi. Bavbek büyüdü, Veliullah ve Ayşenin başka çocukları da oldu. Ama her geçen gün yirmibeş sene evvel Kerçteki avluya ulaşanlara benzer haberler Sütgöle de ulaşmaya başladı. Kara günler Tatarın peşini bırakmamakta ısrar ediyordu. Talihleri kıyısında büyüdükleri Karadenizin havasına benziyordu Tatarların. Birkaç gün güneş ardından yine yağmur, fırtına, boran
Karadenizden çok mu uzağa gitmek gerekti acaba bu kara talihten kurtulmak için?
Yine bir gün akşam namazından sonra Veliullah topladı çocuklarını. Bavbek, Fetislam ve diğerleri. Babasının yıllar önce kendilerine yaptığı konuşma ve duası aklına geldi. Benim, Bavbekin ve kardeşlerinin ikinci sürgünü, göç yolları başladı o gece yatsı namazından sonra. Kafilenin yolu Velidede kariyesi denen Polatlı nahiyesinin yakınlarında bir yerde bitti. Ne Kırıma benziyordu burası, ne Sütgöle. Bizi yerleştirdikleri yerin hemen yakını bataklıktı. Etrafta ne bir dere vardı ne de su kaynağı. Buralar sizin dediler. Yerleşin, imar eyleyin. O kadar çok göç eden olmuştu ki Ak Topraklara yerleştirecek doğru düzgün bir yer bulmakta zorlanıyordu Osmanlı, muhacirleri. Yerleştik. Su bulmak için kuyu kazdık. Kuyuların duvarını örmek için kırdığımız, taşıdığımız taşlardan tırnaklarımız döküldü. Velidede kariyesinde tırnağı dökülmeyen erkek kalmayınca Tırnaksız oldu köyümüzün adı. Susuzluğumuz manilere konu oldu, tabakbörek suyu ile banyo yaptık. Bataklıktan kaptığımız sıtmadan köyün en hızlı büyüyen kısmı mezarlığımız oldu. İlk camimizin kitabesine Bavbek ve köydeşleri 1905 tarihini yazdılar. Köyümüze bu sefer Yunanlı adı verilen yabancı askerler geldiğinde Bavbekin oğlu dedem Mehmet 17 yaşındaydı. Harp başlayınca Eskişehirdeki medreseden alıp köye getirmişti Bavbek onu. Kırımdan öte Sütgöl, Sütgölden öte Tırnaksız, Tırnaksızdan öte bir yer var mı bu Tatarlara yurt olabilecek kaygısı kaplamıştı köydekileri. Bense Velidedenin mezarı başında sürgünlükte kaybettiklerime dua ediyordum o günlerde. Kendi sürgünlüğüme ağlayarak.
Beş sene sonra bir daha sürüldüm Kırımdan. Bu defa nereye gittiğimi ben de öğrenemedim. Bir Bolşevik kurşununun ciğerime saplanışı hatıramda kaldı. Ural dağının bir yamacında düştüm.
Ve beş sene geçmedi yine çıkarıldım Kırımdan. Sibirya denen soğuk bir ülkeye getirildim. Suçum evimde çok eşya olması, bir de tütün tarlam olmasıymış. Kulak diye sesleniyordu toplama kampının gardiyanları bana. Öldüğümde namazım kılınmadı, cesedim soğuk suyla yıkanmadı, üstüme toprak atan da olmadı.
Yine sürüldüm yurdumdan. Bu defa kapımı yumruklayan Rus zabiti: On beş dakika. Eşyalarınızı alıp evden çıkmak için on beş dakikanız var! diye bağırıyordu. Babam cephedeydi. Anneme sarıldım. Beni kucağına aldı. Bir eline de içine birkaç parça yiyecek ve giyecek koyduğu çantasını alabildi. Hayvan vagonlarının kapısı kapatılırken o Mayıs sabahının güneşi daha yeni doğmaya başlamıştı. O gün Kırımda hiç Tatar kalmadı. Orkapıdan çıkarken bağıran Rus askerinin sesi yine kulağımda yankılandı: Tatarlar, son kez bakın arkanıza! Bir daha göremeyeceksiniz Kırımı! Bu defa ne ben bakabildim arkama ne de vagonlara istiflenmiş yüzbinler. Hepimiz başımızı önümüze eğdik, bakamadık. İçimizdeki bir ses ilk sürgünümde bana nasıl seslendiyse, bu defa yüzbinlere duyurabilmişti kendisini: Bakmayın! dedi. Bakarsanız bir daha dönemezsiniz vatanına!
Sürgünlük yerlerine vardığımızda yüzbinlerin yarısının bizimle olmadığını gördük. Vagondan atmıştık naaşlarımızı. Ben annemin naaşını taşıyamamıştım. Ayder aga demirlerini kırdığı mazgaldan attı annemin cansız vücudunu. Tren dursaydı da gömebilseydik ve son bir kez daha koklayabilseydim onu. O hayvan vagonundan hatıramda bir tek bu kaldı. Mazgaldan zor sığmıştı anacığımın şişmeye başlayan cesedi. Vagondakilerin yarısını yolda böyle atmak zorunda kalmıştı Ayder aga. Son sürgünümün tek hatırası. İlk sürgünüm gibi yolda bırakılan binlerce cansız beden. Duasız, namazsız, yıkanmadan, kefensiz
Veliullahın torunu Bavbekin oğlu Mehmetin en küçük çocuğu o yıl doğdu Tırnaksızda. Kırımın son sürgününden dört ay sonra. En büyük kızdan sonra gelen dört erkek çocuğu Mehmet ile Refiyenin evine neşe katıyordu. Bavbekin dedesinin duası unutulmadı. İki buçuk asırdır Kırımı bırakıp sürgünlüğe çıkanların ardından ataları tarafından edilen hiçbir dua unutulmadı.
Duayı eden dedenin mezarında açan çiçekleri koklamaya gidiyor torunlar. Mezarı yok olmuşlara duaya gidiyorlar. Mezarı hiç olmayanları anmaya.
Orkapıdan geçerken seslenen Rus askerine nazire yapıyorlar.
Ben bir kere sürülmedim Kırımdan. Bir çok kere sürüldüm. Yüzbinlerce sürgün şehidinin hatırasını yüreğimde taşıyarak geri döndüm
|